Hacıyolu
ile Seyran sokağın kesiştiği köşede neredeyse her gün arkadaşlarla buluşur,
akşam vakitlerine kadar sohbet eder vakit geçirirdik. 70li yılların ikinci
yarısıydı ama anarşi bizim mahallede henüz azmamıştı buralarda, herkes birbiriyle
dost, arkadaş idi. Çoğunlukla Niğdelilerin apartmanının olduğu köşede otururduk
çünkü diğerleri pek uygun değildi ya da apartman sahipleri veya sakinleri bizim
orada gürültü yapmamızı istemezlerdi. Diğer köşelerde Lazların iki katlı sarı
renkli binasının yerine yapılan büyük apartman vardı, girişi Niğdelilerin
binasına bakardı. Diğer köşelerde de Habipağaların ve Mangalcıların
apartmanları vardı. Biz ailecek uzunca bir süre Habipağaların soyadlarını
taşıyan Serim apartmanının giriş katında oturmuştuk, birkaç seneden beridir de
Mangalcıların binasının birinci katında arka cephede bir dairede kiracı olarak oturuyorduk.
Şimdi bu iki bina da kalmadı yerlerine yeni apartmanlar yapıldı. O günlerden
bir tek Niğdelilerin binası ayakta, ama sanırım o da yakında tarih olacaktır…
Mangalcıların
binasının olduğu köşede bir büyük elektrik direği vardı, mahallenin bizden
birkaç yaş büyük olanları oraya bir basketbol potası yapmışlardı, uzak yakın
çevredeki inşaatlardan alınan, büyük kısmı da yürütülen, yeri değiştirilen kerestelerle
yapmışlardı, sonra da aralarında para toplayıp bir demirciye çemberini
yaptırmışlardı. Bir de o günlerde yaygın olan içi değiştirilebilir cinsten bir
basketbol topu almışlardı. Her gün akşamüzeri orada toplanır basketbol oynarlardı,
bu fırsat bazen bize de tanınırdı. Hacıyolu sokağın Habipağaların binası ile
Mangalcı apartmanı arasında kalan kısmı düzdü, burada da voleybol oynanırdı, bunun
da filesi gençlerin kendi aralarında topladıkları parayla alınmıştı. En büyük
eğlencelerimizden birisi otomobiliyle gelip de filenin altından geçmekte olanların
araba içinde olmalarına rağmen başlarını eğmeleriydi, buna çok gülerdik.
Niğdelilerin
köşesindeki kalabalık öğleden sonra giderek artardı, bir yandan sohbet eder
diğer taraftan da gelen geçeni izlerdik. Bir ara her gün saat beş buçuk altı
arasında bir sarhoş amca gelmeye başlamıştı, Seyran sokak boyunca Kuyubaşı
tarafından gelir ve bize ev adresini sorardı: “çocuklar üzümcü sokak bilmem kaç
numara nerde?” Bize bu da çok komik gelirdi ama ciddiyetle her gün evinin
yolunu tarif eder o gittikten sonra da onu taklit eder sallanarak birbirimize
adres sorar eğlenirdik.
Bir de
saat üç gibi geçen, çocuk sayılabilecek yeni yetme döneminde olan bizlere göre
orta yaşlı, kirli sakallı, karakaşlı ve saçlı iri kıyım biri vardı, her zaman
kirli sakallıydı, koyu renk kıyafetler ve çoğunca ceket de giyerdi. Bize göre
hayli iri yarıydı, gözümüzde zebella gibiydi. Bir gün aklımıza bir macera fikri
düştü, bu adam kimdi? Her gün aynı saatte nereye gidiyordu? Biz bunu
öğrenmeliydik.
Kendi
aramızda sözleştik, takip etmeyi kabul eden 5-6 kişi olmuştuk. Gününü
kararlaştırdık, heyecan içinde beklemeye koyulduk, her zamanki vaktinde
göründü, önümüzden geçti, uzaklaştı… Biz de heves ve heyecanla takibe koyulduk.
Hacıyolu sokak boyunca yürüdü, Akay yokuşunu indi, Atatürk bulvarını geçti,
Ayrancı tarafına yöneldi, Güvenlik caddesine girdi, elbette biz de arkasından.
Meclis
duvarını bitirince önce sağa döndü oradan da Meneviş sokağa girdi. Yokuş yukarı
güneye doğru yürümeye başladı. Yaz günü olduğu için aslında hava sıcaktı, o da
biz de, yol boyunca sıralı akasya gölgelerinden yürüyorduk. Fakat biz ne
olduğunu anlamadan birden ortadan kayboldu. Şaşkınlıkla birbirimize bakındık,
biraz hızlandık aramızdaki mesafeyi azaltmaya çalıştık ki, bir de ne görelim
yüzükoyun boylu boyunca yerde yatıyor.
Şaşkındık, biraz korktuk biraz da ürktük.
Acaba yanına gidip ne olduğunu anlamaya ve yardım etmeye mi çalışmalıydık,
kendi aramızda kısa bir süre tartıştıktan sonra uzaktan izleme kararı aldık ve
sessizce beklemeye koyulduk. Bir apartmanın bahçe duvarı ile yola park edilmiş
otomobillerin arasında kalan yaya yolunu kabaca çapraz biçimde kesecek şekilde
uzanmıştı, ayakları bizden taraftaydı, başı bir kolunun üzerindeydi, sanki
rahatça, yatakta yatıyordu. Ne kadar geçti çok hatırlamıyorum ama hayli zaman olduğunu
sanıyorum, elinde alışveriş torbasıyla yada belki o günlerde yaygın olarak
kullanılan filesiyle yaşlıca bir amca belirdi, ona doğru geliyordu. Yaklaşınca
elindeki fileyi yana koydu ona sokuldu, koluna girip kaldırmaya çalıştı, bu
sırada biz de cesaretlenip yanlarına doğru iyice yanaştık.
Şimdi bizimki yerde
oturuyor bir şeyler söylüyordu ama neler dediğini tam olarak duyamıyorduk.
Sonra yaşlı adamın yardımıyla yandaki bahçe duvarının üzerine oturdu. Cebinden bir
kâğıt çıkartıp yaşlı amcaya gösterdi, bu sırada biz de iyice yaklaşmıştık, sara
hastası olduğunu ama parası olmadığı için ilaç alamadığını söylüyordu. Bir
şeyler daha konuştular sonra adam cebinden bir miktar para çıkarıp verdi. Biz
birbirimizi dirseklerimizle dürterek gitme vaktinin geldiğini işaret edip
oradan biraz uzaklaştık, az ötede bir sokağa saptık ve kendimizce saklanarak
yeniden beklemeye koyulduk.
O, duvarın üzerinde daha epeyce oturdu, sonra
kalktı ve yine yürümeye başladı, biz de arkasından. Bir süre sonra önümüzde pat
diye kendini gene yere attı, çırpınmaya başladı, hasta olduğunu biraz önce
öğrenmiştik ya, biz bu defa yardım edelim diyerek iyice yaklaştık. Fakat iyice
yakınına geldiğimizde birden yerden doğruldu üzerimize hamle yaptı bir yandan
da, “lan siz kimsiniz neden beni takip ediyorsunuz” diye söyleniyordu. Tabii
biz çil yavrusu gibi dağıldık her birimiz bir tarafa kaçıştık.
Ben geldiğimiz
yönde geri koştuğumu hatırlıyorum, tek başımaydım, diğerleri de başka taraflara
doğru kaçmışlardı demek ki, hoş o korku içinde hangimizin nerede olduğu kimin
umurundaydı. Ben epey koştuktan sonra önce hızlı adımlarla Bakanlıklar’a,
oradan da Kızılay’a otobüs duraklarının önüne kadar gitmiştim, o zamanlar oturduğumuz
semt olan Seyranbağları otobüsleri Kızılay’dan geçerdi. Yanlış hatırlamıyorsam
diğer pek çok yere olduğu gibi bizim oraya da, arka tarafında otobüsün diğer
yerlerine göre biraz daha alçakta geniş bir boşluğu olan, önü küt, şimdi hepsi birer
tarih olan Magirus marka otobüsler çalışırdı.
Duraklar hayli kalabalıktı demek
ki mesai bitmiş memurlar dağılmış, evlerine gitme telaşına düşmüşlerdi. Epey
bekledikten sonra zaten dolu gelen bir otobüste inenlerden boşalan yerleri
doldurmak üzere itiş tepiş biz de doluştuk. Ben bir yandan da sağa sola bakıp hem
arkadaşlarımdan birileri de var mı diye bakınıyor, bir yandan da o zebani
binerse ne yaparım diye düşünüyordum.
Bu düşünceler bir müddet sonra yerini
rahatlığa bıraktı tamam bizim ekipten kimse yoktu ama daha önemlisi o yoktu. Bizler
o gün yaşadıklarımızın etkisiyle birkaç gün pek ortalıkta görünmedik, ama onu
bir daha hiç görmedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder