Ben Kimim

Fotoğrafım
Ankara'da doğdum, büyüdüm... Orada okudum... Yine orada eşimi tanıdım, aşık oldum... Evlendim... Çocuklarım oldu... 1995 yılında maaile Elazığ'a, 2009 yılında da Bilecik'e taşındık. Şimdilik buradayız.

22 Kasım 2013 Cuma

Yol Ayrımı

Kerbela yol ayrımı

Müsadenizle bu yazıdaki olay anlatımlarında, fakirhane anladıklarımı ve inandıklarımı dolaysızca, yer yer şahit olmuşcasına aktarmak istiyorum, bu yüzden yazım dili bakımından bazen di'li geçmiş zamanı tercih edeceğim, yaşananlar kimilerine göre farklı yorumlanmaktadır, ona göre okuyun, isterseniz tarafsız ve detaylı kendi araştırmanızı yapın…

Kamil İnsan; Allah'ın yeryüzündeki halifesi… Hz. Muhammed (sav) Allah'ın dini tamama erdirme arzusu uyarınca, görevi bitene kadar yeryüzünde hüküm sürmüştü. Yeryüzü halifesiz bırakılamaz. Halife; yani kendisinden önce geleni temsil etme niteliğine sahip olan.. Ustanın ya bizzat kendi yetiştirerek, ya da yetişmişliğini teyid ederek el verdiği kişi onun halifesi olur. Bir usta birden fazla halife yetiştirebilir ya da tayin edebilir. O yolun izdeşleri ustaları onların kemale erdiğini müjdeleyene kadar ona tabi olurlar. Yoksa nefs kişiyi kendi işine geldiği yere sürükler. Baş olma arzusu nefsin bırakmakta en zorlandığı şeydir; 'enaniyet'… 

Hz. Muhammed (sav) İslam toplumuna kendinden sonra liderlik edecek kişiyi belirleyecek yazılı bir vasiyet bırakmamış. Nedendir bilinmez? Belki de öğreti tamamlanmış olup, topluluğu bir arada tutan usta gidince, geridekilerin kendi nefisleriyle baş başa kalınca ne yapacaklarının sınavı geçilmeliydi, kemalatın tasdiklenebilmesi için… Hz. Peygamber (sav) Hakk'a yürüdükten sonra ilk 3 halife seçimle başa geçti. Sahabenin önde gelenlerinden Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra).. Ne kadar Hakk'ın halifesi ne kadar halk'ın halifesidirler, Allah en doğrusunu bilir! Liyakatlarını tartışamam, demek istediğim; işin içine halk girince, nefs sahibi olanların seçimi ile makam politize olmuştur!

Pek çok güvenilir hadisin mevcudiyetiyle, Hz. Peygamber'in (sav) kendinden sonra 'İmam' (önder) olarak Hz. Ali'ye el verdiği bilinmektedir. Liyakatının tamlığı şüphesizdir. Buna karşın, Hz. Ali 4. halife olarak seçilince Ebu Süfyan'ın oğlu, Şam valisi Muaviye durumu kabul etmedi. Onu Hz. Osman'ın katlinden sorumlu tutuyordu. Ola ki bu bahanesiydi ve halifeliğin 'Ehli Beyt'e geçmesini istemiyor, Hz. Muhammed'in (sav) peygamberliğiyle arka plana itilen Ümeyyeoğulları'nın gücü ele geçirmesini arzuluyordu. Savaşa kadar gittiler. Sıffın savaşında Muaviye'nin yenilecekken, askerlerinin kargılarının ucuna Kur'an sayfaları taktırıp Hz. Ali'nin ordusunda karışıklığa sebep olduğu ve savaşın hakemliğe götürülmesini sağladığı aktarılır. Hakem meselesi daha sonuçlanmamışken, Hz. Ali bir 'harici' tarafından suikaste uğradı! Hakk'a yürümeden Hz. Muhammed'in (sav) ciğerpareleri, iki oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in yetişmeleri tamamlanmıştı. Böylece bir sonraki halife hem el almış hem de seçilmiş Hz. Hasan oldu. Muaviye onun halifeliğini de reddediyordu. Hz. Hasan İslam toplumundaki bölünmüşlüğün derinleşmemesi, yeni bir savaş olmaması için belli şartlar altında halifeliği Muaviye'ye bırakmayı kabul etmiştir. Rivayete göre bu şartlardan biri halifeliğin seçim ile devam etmesi idi ki Muaviye bunu ihlal ederek ölümünden önce halkın, oğlu yezid'e biat etmesi için rüşvet ve zor kullanma dahil gereken her şeyi yapmış. Çünkü yoksa kendinden sonra kimin seçileceği aşikardı. (Bir çok kaynağa göre) Hz. Hasan, Muaviye taraftarlarınca azmettirilen eşi elinden zehirlenerek katledilmişti. Muaviye öldüğünde bir yanda Emevi saltanatını temsil eden mirasçısı yezid, bir yanda Müslümanların sevgilisi, Hz. Muhammed'in (sav) "Ben Hüseyin'denim, Hüseyin de bendendir" dediği, onun dizinin dibinde büyüyen, Hz. Ali ile Fatıma'nın gözlerinin nuru, Cebrailin dahi üzerine titrediği son "Ehli Beyt"; Hz. Hüseyin kalmıştı. Ama artık halifelik makamı seçimle de değil, entrika, güç, çıkar savaşları ile belirlenmektedir. Hz. Muhammed (sav) öncesi kabilecilik ve batılcılık hortlamış, Şeytan yeniden güç kazanmaktaydı…

Melun yezid Hz. Hüseyin'in kendisine biat etmesi için baskı yapıyordu. Kendine bağlı valilere şartlarına boyun eğmezse Hüseyin ve yandaşlarını öldürmelerini emretmişti. Hz. Hüseyin yezid'in halifeliğini kabul ederse Emevi saltanatı meşrulaşacak, Hak batıl olacaktı. Işığın yayılması ve gelecek nesillerin İslam hakikatini tanıyabilmeleri için yapacağı şey biz nefis sahiplerine en güç gelendi; Yanmak, nefsin köleliğinden kurtuluşun en kutlu efsanelerinden birini yazmak için, Hak için, bir mazlum olarak katledilmeye razı olmak… 

Yenilginin acı zaferi! Hz. Hüseyin ve öleceklerini bile bile onun yanında saf tutan 72 yoldaşı o cehennemi Kerbela çölünde kimine göre 4-5 bin kimine göre 30 bin askerlik yezid ordusu tarafından kuşatılmışlardı. Beraberlerinde kadın ve çocuklar da vardı. Su yolları kesildi. Günlerce aç ve susuz bırakıldılar. Hz.Hüseyin son ana kadar karşı tarafın askerlerini imana, insafa davet etti, hatta savaşa tutuşana kadar bir bölüm düşman askerinin onun imamlığında namazlarını kıldıkları rivayet edilir. Ama gözünü hırs bürümüşler, Hz. Peygamber'in (sav) şefaatinden yüz çevirmiş bu nasipsiz korkaklar ordusu, şer yoluna cezbedilmişler, vazgeçmeyeceklerdi. Susuzluğa dayanamayacakları noktada güçten düşmüş, dudakları çatlamış, bağrı yanan has "Ehli Beyt" muhipleri, İslamın teslimiyet sırrına ermiş bu neferler, ölümlerini şanlı bir efsaneye dönüştürmek için birer birer şehadet meydanına indiler ve son abdestlerini kanlarıyla aldılar. Er meydanında tek kalan Hz. Hüseyin şehitlik şerbetini içmeden önce evladı, kundaktaki Ali Asgar'ı meydanda havaya kaldırmış ve susuzluktan kurumuş günahsız yavrucağa acıyıp bir yudum su vermelerini istemişti, aldığı cevap yavrusunun boğazına saplanan hain bir oktur! Hz. Hüseyin'in kanının son damlasına kadar savaştıktan sonra mecalsiz düşüp, son arzusu olan namaz esnasında, 'şemir' adlı zavallı tarafından başı gövdesinden ayrılarak şehid edildiği söylenir. Sonrası yağma, cesetlerin kurda kuşa terk edilip, geride kalan çocuk ve kadınların, şehitlerin mübarek başlarıyla beraber şehre götürülüp dolaştırılmaları ve türlü rezillik…

Bilinmeli ki burada yerim yettiğince zikretmeye çalıştığım ibretlik hadiseyi yad etmek, bundan mahzun olmak, kendine pay çıkarmak hiç bir mezhebin tekelinde değildir. Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitlerinin hallerinden bir dem alabilmeye gönülleri olan kimilerimiz muharrem ayının ilk 10-12 günü oruç tutar, fazla konuşmaz, eğlence aktivitelerinden el çeker.. Hz. Hüseyin muharremin 10.günü cuma katledilmiş. 'Aşure' olarak bilinen bu günün bazı mecralarda sadece bir kutlama olarak yansıtılması talihsizliktir. Denir ki o gün, Hz. Adem'in tövbesi kabul olmuş, Hz. Nuh'un gemisi tufandan sonra karaya erişmiş, Hz. Yunus balığın karnından kurtulmuş, Nemrud'un ateşi Hz. İbrahim'i yakmamış, Hz. İsmail doğmuş, Hz. Yusuf atıldığı kuyudan çıkarılmış, Hz. Yakub'un gözleri yeniden görmeye başlamış, Hz. Musa Kızıldeniz'i yarmış, Hz. Davut affedilmiş, Hz. Eyyüb hastalığından şifa bulmuş, Hz. İsa doğmuş, hem semaya yükselmiş… 
Tüm bunlardan ötürü Kerbela olayına kadar kutlamaya değer bulunmuş bu günde bayram etmek fakire göre sonrasında artık ancak Hz. Hüseyin'e kavuştuklarına sevinen cennet halkına revadır. 
Bilmem, belki onlar dahi bizim halimize üzülmedeler… 
Neyse ki sevdiklerimizle haşrolunacağız. 
Kusur ettiysem affola! 
Hu

Musa Dede

20 Kasım 2013 Çarşamba

Bir basit şiir

Keşke

Öp 
Öpse 
Öpseydi 
Babam beni 
Öpseydi  
Öpse   
Öp   
Keşke...    

Öp
Öpse
Öpseydi
Annem beni
Öpseydi
Öpse
Öp
Keşke... 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Epilepsi maceraları 3

Yaşadıklarım ve bir yılın ardından
Üniversite, eskiden Tarım İl Müdürlüğü'nün fidanlığı olarak kullanılan ancak son zamanlarda kaderine terk edilen araziyi bünyesine katınca, arzu edenlere günlük sıkıntılarından uzaklaşabilecekleri birer minik hobi bahçesi fırsatı sundu. Burada biz de bir yer edindik, evimize uzaklığı 6-7 km. kadar. Kadim dostum Erdal ile bahçelerimiz yan yana, biz arada yer alan 40-50 santim genişliğindeki minik yolu kullanmayarak biraz daha büyük bir bahçe elde ettik. Çevremizdeki diğer bahçelerde de hep üniversiteden, idari ve akademik kadrodaki arkadaşlarımız var, akşam saatlerinde ve hafta sonlarında herkes bahçesinde bir işle uğraşıyor, birbiriyle sohbet ediyor, etrafta minikler koşuşturuyor, oyun oynuyor, toprağı hissediyor, meyve ve sebzeyi tanıyorlar...
Biz bahçemizde diğer pek çok komşumuz gibi, sebze ekmeyi tercih ettik, ama süs bitkisi yetiştirenler de var. Bizim bahçede domates, hıyar, patlıcan, biber ağırlıklı olmak üzere başka bazı bitkilerle de uğraşıyoruz, zaman geçiriyoruz. Toprak alüvyal, verimli bir arazi. Hasat zamanı ürünleri toplamakla bazen baş edemiyoruz dense yeridir. Bu süreç doğal olarak güzün ilk zamanlarına doğru yavaşlıyor, gece serinlikleri etkili olmaya başlayınca ürünlerin yetişmesi, toplanacak boy ve olgunluğa ulaşması zaman alıyor, bizler de bahçeye daha uzun aralıklarla uğruyoruz...

İşte bahçemizin bir köşesi

Güneşli bir pazar günüydü, 4 Kasım 2012. Evde balkonda kahvaltımızı yaptık. Pazara gidip alışveriş yapmayı, bahçeden de son ürünleri toplamayı planladık. Evden çıkarken eşim önce pazara mı bahçeye mi diye sordu. Bir an düşündüm. Pazardan alacaklarımız biz bahçede oyalanırken araba iç sıcaklığı yükseleceği için olumsuz etkilenebilirdi. Bu sebeple önce bahçeye gidelim dedim, yola koyulduk. Bahçeye ulaştık. Yapacak çok iş yoktu, yetişen bir miktar domates ve patlıcan vardı, bir kaç da süs kabağı, bunları topladık. Bahçeyi sulamak için kullandığımız hortumu da topladık, ben hortumu yıkamak istedim, eşim boş ver uğraşma evde yıkarız dedi, onu da bir poşete yerleştirdik. Eşim, hortumun konduğu poşetle birlikte arabaya doğru yürümeye başladı. Ben de geri dönüp ürünleri alacaktım. Elimde, açık halde duran, otları kesmek için kullandığım büyük bağ bıçağı vardı, onu kapatıp cebime koydum. Bu sırada bir tuhaflık hissettim kendimde, birden sağ tarafımda biraz arkamda boyları en fazla 70-80 cm kadar olan iki karaltı belirdi; cüce değillerdi ancak boyları çok kısaydı. Bunlardan birisi tipik kasıntı ve çatık kaşlı haliyle Kadir İnanır'dı ve onun hemen arkasında da Türkan Şoray duruyordu, yıllar öncesinde birlikte rol aldıkları bir film sahnesinden çıkıp gelmiş gibilerdi... Bunlar burada olamazlar diye düşündüm. Başımı tekrar geri çevirdim, evet ben bahçede biberlerin arasındaydım. O sırada yatay, sağlı sollu siyah şeritler gözümün önündeki görüntüyü kapatmaya ve karartmaya başladı. En son zihnimden, bayılacağım galiba Ayla'ya sesleneyim diye geçirdiğimi hatırlıyorum...
...
Ayla elinde hortumun olduğu poşetle yola doğru yürümüş, geri dönüp baktığında biberlerin arasında yerdeymişim, bir yandan da kollarım açılıp kapanıyor, çırpınıyormuşum. İlk önce ne olduğunu kavramamış. Sonra yanıma geldiğinde şuursuz baktığımı, göz bebeklerimin geriye kaydığını, alnımın kanadığını ve ağzımdan köpükler geldiğini görmüş. Hemen koşup elli altmış metre ötede parkettiğimiz arabaya gitmiş, telefonu alıp kadim dostumuz Erdal'ı aramış, kısaca durumu anlatıp ambulansa haber vermesini ve bahçeye gelmesini söylemiş. Sonra tekrar yanıma dönmüş, bu süreçte bendeki çırpınmalar yavaşlamış, şiddeti azalmış, Ayla beni yan çevirerek başımın altına bir şeyler yerleştirmiş, yüzüme su serpmiş ve gölge yaparak beklemeye başlamış. Söylediğine göre nöbet 4-5 dakika kadar sürmüş...
...
Erdal eşi Gülay'a telaşla seslenmiş çabuk ol ambulansı ara bahçeye gelsinler Harun kriz geçirmiş, koş, biz de gidelim demiş. Gülay da hiç ummadığı için ne krizi, hangi Harun diye soruyormuş! Erdal ne denli süratle geldi ise, bir kaç dakika sonrasında bahçeye ulaşmış, ambulanstan önce gelmiş, oysa o mesafe normal zamanda 15 dakika kadar sürer. Ambulans ilk önce doğal olarak, köy yolundan ayrılarak bahçelere ulaşan sapağı bulamamış. Erdal gidip onlara yolu tarif etmiş, gelip beni almışlar sedyeye yerleştirmişler, ambulansa taşırken de telaşlarından sendelemiş ve düşeyazmışlar.
...
Hastaneye ulaştığımızda, çocuklarının ateşi yükseldiği için acil servise gelen arkadaşımız Erol bey ve eşi Mehtap hanım bizi görmüş diğerlerine haber vermiş, Erdal Çakır ve eşi Fahriye hanım, Bozüyük'ten gelmişti. Haber alanlar, dostlarım arkadaşlarım koşup gelmişlerdi. Ayla'nın ilk önce haber verdiği Erdal ve Gülay yanı başımda, başucumdaydı, onun haberdar ettiği Süheyla ve eşi Yasin de...Bir ara rektör beyin geldiğini hatırlıyorum, yanında tarih bölümünden Ömer bey ile misafiri Mümtaz'er Türköne de vardı. Çok sonradan, işe başladığımda öğrendim ki genel sekreter Rüştü bey de hemen gelmiş, hatta onunla konuşmuşum, kimin haber verdiğini falan sormuşum ama hiç mi hiç hatırlamıyorum, zaten ifadesine göre beni gördüğünde o da hayli ürkmüş, pek ümitvar görünmüyormuşum. Bu süreç içinde bir ara Ayla'ya kalp krizi mi geçirdim diye de sormuşum, bunu da hatırlamıyorum.
...
Hayal meyal ilk duyduğum; çabuk olun, gömleğini kesip çıkartalım, Harun bey bizi duyuyor musunuz? gibi telaşlı sesler oldu.
Öncesinde ne olduğunu hiç bilmiyorum. Bu seslerden sonra ne kadar zaman geçtiğini, neler olup bittiğini de tam olarak hatırlamıyorum, zihnimde sadece birbirlerinden kopuk ve kısa zaman dilimlerine ait bilgiler kalmış.
Biraz kendime gelmeye başladığımda rahatlık ve ferahlık hissettim, burnumda takılı bir hortum vardı, oksijen veriyorlardı. Kollarımda da damar yolları açılmıştı, birisine de galiba serum bağlanmıştı. Gözümü açmaya yeltendim, ancak etraf dönüyordu, düşeceğimi sandım. Sıkıca, yattığım yerin iki yanına, sedyeye tutundum, başım dönüyor diye mırıldandım, beni kimse duymadı, gözlerimi yeniden sımsıkı kapattım. Ara ara gene gözümü açtığımı hatırlıyorum. Bir müddet sonra gelenlerle konuşmaya başladım. Sonra kımıldamayın tomografinizi çekeceğiz dediklerini duydum, uğultu benzeri bir ses işittim, sonra gene kendimden geçmişim, uyudum mu, bayıldım mı hala ayırdında değilim.
Arkadaşlarımızdan Erdal Çakır, nöroloji doktoru olan komşusunu da çağırmıştı o geldi, parmağımı gözünüzle takip edin, bacağınızı kendinize çekin, kaldırın gibi çeşitli komutlar verdi. Sol bacağımı geriye doğru biraz çekebiliyor ve az da olsa kaldırabiliyordum. Ama sağ bacak bunu yapamıyordu. Sağ elimi uzattım, dizimin iç kısmından tutup bacağımı yukarı doğru çektim, doktor öyle elinizle değil dedi. Ayağımı geri uzatabildim. Bacağımı toplamayı, geriye çekerek bükmeyi tekrar denedim. Beynim komut veriyordu, fakat bacağıma hükmedemiyordum. Doktora, çekemiyorum dedim, ne demek çekemiyorum diye çıkıştı, elleriyle bacağımı eğip büktü, bazı hareketler yaptırdı, sonra ayak tabanıma muayene için kullandıkları aleti bastırarak sürdü, hissediyor musunuz dedi, evet biraz dedim.
Bu arada tomografi sonucu geldi, doktor inceledi, beynin sağ tarafındaki damarlarının birisinde anormallik varmış. Söz konusu bu anormallik doğuştan olabilirmiş, baygınlık-krizden dolayı oluşabilir ya da baygınlık-kriz bundan dolayı olabilirmiş, bunun sebebini anlamamız gerekir dedi.
Bir telaş vardı etrafta, hemen ambulansla Eskişehir'e gitmesi gerekiyor falan gibi sözler işitiyordum ama çok da üstüme alınmıyordum çünkü acil servisteydim, etrafta başka hastalar da vardı. O sırada Ayla yoktu, bana eve gidip bir şeyler alıp hemen geleceğim demiş ve yanımdan ayrılmıştı. Görevliler sık sık gelerek onu soruyorlardı ambulans bekliyor, sizi götüreceğiz dediler, o zaman etraftaki telaşın benim için olduğunu anladım. Bir süre sonra eşim geldi, evden kullanmakta olduğum ilaçlarla kıyafet falan almıştı. Beni sedye ile ambulansa taşıdılar, Eskişehir'e doğru yola çıktık, yolda gene kendimden geçmişim, ama bu da bir uyku hali mi baygınlık mı bilmiyorum.
Eskişehir'de önce Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisine götürdüler, ambulans kapısını hoş geldiniz diyerek ve gülümseyerek daha öncesinde burada görev yapmış olan ve şimdilerde üniversitemizin Sağlık Kültür ve Spor Dairesinde müdür olarak hizmet veren Battal Yılmaz bey açtı. Ailesi Eskişehir'de olduğu için hafta sonlarını genellikle o da Eskişehir'de geçiriyordu. Biz buraya ulaşıncaya kadar girişimde bulunmuş, yapılacak işlemlerin tümünü tamamlatmış, hazır etmişti. Daha sonrasında Nöroloji servisine çıkardılar. Epey kendime gelmiştim. Odada yardımla da olsa yatağa kadar yürüyebildim. Üzerimi giyindim, giyindim diyorum çünkü Bilecik'te kıyafetlerimi keserek çıkarmışlardı.
Sonrasında bir kaç gün hastanede kaldım. Çeşitli incelemeler yapıldı. Sürekli ateş, tansiyon ölçümü, bazen de günde iki üç defa kan tahlili yaptılar. Bir yandan da daha öncesinde kullanmakta olduğum hipertansiyon ilaçlarının yanı sıra antiepileptik ilaçlar vermeye başladılar. Beyin anjiyosu işlemi gerçekleştirdiler. Ayni kalp anjiyosu gibi, kasıkta yer alan bir damardan girerek beyne doğru gidiliyor, bir yandan da ekranda izliyorlar. İhtiyaç duyduklarında bir sıvı-ilaç zerkediyorlar, o sırada insan başının-beyninin içine kaynar su doldurulmuş gibi bir sıcaklık hissediyor. Bu sırada ekranda damarların rengi değişiyor ve böylece daha ayrıntılı inceleme imkânı bulunuyor. Bu işlem yapılırken ben de seyrediyordum, ama doktorlar uyardılar, siz bakmayın yönünüz değiştiği için bizim görüntüyü arzu ettiğimiz açıdan incelememize engel oluyorsunuz dediler. Bir iki gün sonra da Elektro-Ensefalografi (EEG) çekimi yapıldı. Başın pek çok yerine elektrot bağlanıyor, sonra elektrik akımı veriliyor, böylece beynin tepkisi ölçülüyor. Tüm sonuçlar alındığında beynin sağ tarafında yer alan damardaki anomalinin doğuştan olduğu sonucuna vardılar.
Osmangazi Tıp Fakültesi Hastanesinde beyin anjiyosu sonrasında...

İlk olduğu için adına nöbet denirmiş. Eğer tekrarlarsa bu defa epilepsi krizi denecekmiş. Benimle ilgilenen Nörolog hekim Doç. Dr. Atilla Özcan Özdemir ilk bir buçuk iki ayın riskli ve yeni bir nöbet-kriz gelme ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi. Bu süreçte kendimi yormayacak, yüksek yerlerde bulunmayacak pencere balkon kenarlarına yanaşmayacak, bilgisayar ve televizyondan uzak duracak, onların başında uzun zaman geçirmeyecek, zorda kalmadıkça tek başıma seyahat falan da yapmayacakmışım. Kullanacağım antiepileptik ilaçları da zamanlarını aksatmadan titizlikle içmemi ve bir iki ay araç kullanmamam gerektiğini tembihledi. 
Sonrasında taburcu edilip de eve geçtiğimde internet aracılığıyla bu konuda bilgi toplamaya konuyu anlamaya çalıştım; öğrendiğim kadarıyla benim geçirdiğim Grand Mal yahut tonik/klonik de denilen büyük kriz imiş. Bu süreçte farkettim ki ülkemizde maalesef son derece az ve birbirinden kopyalanmış yetersiz, hatta kimi yerlerde de hatalı bilgiler var. İnsanların hayatlarını düzenlemeye, alacakları tedbirlere dönük neredeyse hiç bilgi yok denilebilir. Bunları da belki daha sonra ayrı bir yazıda ele almak gerekecek.
Üzerimden silindir geçmiş gibi kendimi yorgun ve halsiz hissediyordum. Bir kaç gün de evde istirahat ettim, hem hastanede hem de evde eş-dost, öğrencilerim, neredeyse tüm idari ve akademik personel olarak görev yapan mesai arkadaşlarım, komşular, diğer dostlar, arkadaşlar ziyarete geldiler... 
Ziyarete gelen öğrencilerden bir grup

Sonrasında işe başladım. İlk günler hayli zor geçti, kullandığım antiepileptik ilaca vücut henüz yeterince uyum sağlamadığı için baş dönmesi, dengesizlik gibi sıkıntılar yaşadım. Denge problemini de tesadüfen farkettim, dekanlığın olduğu binanın zemini kare biçimli karolarla kaplı, dekanlık makam odasından çıkıp çalışma odama giden koridorda yürürken farkettim ki düz bir hat boyunca yürüyemiyorum, yalpalıyorum. Ben düz yürüdüğümü düşünüyordum, ama 15-20 metrelik koridorda bazen iki karo genişliğini aşan miktarda salınım yaparak yürüyordum. Ders verirken de tahtaya bir şeyler yazıp çizdikten sonra yeniden sınıfa doğru yönümü değiştirdiğimde, gözümdeki sınıf görüntüsü bazen bir kaç tur atıyor, başım şiddetle dönüyordu. Zaman içinde bunların tümü giderek azaldı, geçti. Şimdilik tek risk yeni bir nöbet-kriz, onu da ilaçlarla baskılıyoruz.

Ne demiş ozan Pir Sultan Abdal;
"Takdir olan gelir başa
Tevekkeltü tealAllah"