Ben Kimim

Fotoğrafım
Ankara'da doğdum, büyüdüm... Orada okudum... Yine orada eşimi tanıdım, aşık oldum... Evlendim... Çocuklarım oldu... 1995 yılında maaile Elazığ'a, 2009 yılında da Bilecik'e taşındık. Şimdilik buradayız.

22 Kasım 2013 Cuma

Yol Ayrımı

Kerbela yol ayrımı

Müsadenizle bu yazıdaki olay anlatımlarında, fakirhane anladıklarımı ve inandıklarımı dolaysızca, yer yer şahit olmuşcasına aktarmak istiyorum, bu yüzden yazım dili bakımından bazen di'li geçmiş zamanı tercih edeceğim, yaşananlar kimilerine göre farklı yorumlanmaktadır, ona göre okuyun, isterseniz tarafsız ve detaylı kendi araştırmanızı yapın…

Kamil İnsan; Allah'ın yeryüzündeki halifesi… Hz. Muhammed (sav) Allah'ın dini tamama erdirme arzusu uyarınca, görevi bitene kadar yeryüzünde hüküm sürmüştü. Yeryüzü halifesiz bırakılamaz. Halife; yani kendisinden önce geleni temsil etme niteliğine sahip olan.. Ustanın ya bizzat kendi yetiştirerek, ya da yetişmişliğini teyid ederek el verdiği kişi onun halifesi olur. Bir usta birden fazla halife yetiştirebilir ya da tayin edebilir. O yolun izdeşleri ustaları onların kemale erdiğini müjdeleyene kadar ona tabi olurlar. Yoksa nefs kişiyi kendi işine geldiği yere sürükler. Baş olma arzusu nefsin bırakmakta en zorlandığı şeydir; 'enaniyet'… 

Hz. Muhammed (sav) İslam toplumuna kendinden sonra liderlik edecek kişiyi belirleyecek yazılı bir vasiyet bırakmamış. Nedendir bilinmez? Belki de öğreti tamamlanmış olup, topluluğu bir arada tutan usta gidince, geridekilerin kendi nefisleriyle baş başa kalınca ne yapacaklarının sınavı geçilmeliydi, kemalatın tasdiklenebilmesi için… Hz. Peygamber (sav) Hakk'a yürüdükten sonra ilk 3 halife seçimle başa geçti. Sahabenin önde gelenlerinden Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra).. Ne kadar Hakk'ın halifesi ne kadar halk'ın halifesidirler, Allah en doğrusunu bilir! Liyakatlarını tartışamam, demek istediğim; işin içine halk girince, nefs sahibi olanların seçimi ile makam politize olmuştur!

Pek çok güvenilir hadisin mevcudiyetiyle, Hz. Peygamber'in (sav) kendinden sonra 'İmam' (önder) olarak Hz. Ali'ye el verdiği bilinmektedir. Liyakatının tamlığı şüphesizdir. Buna karşın, Hz. Ali 4. halife olarak seçilince Ebu Süfyan'ın oğlu, Şam valisi Muaviye durumu kabul etmedi. Onu Hz. Osman'ın katlinden sorumlu tutuyordu. Ola ki bu bahanesiydi ve halifeliğin 'Ehli Beyt'e geçmesini istemiyor, Hz. Muhammed'in (sav) peygamberliğiyle arka plana itilen Ümeyyeoğulları'nın gücü ele geçirmesini arzuluyordu. Savaşa kadar gittiler. Sıffın savaşında Muaviye'nin yenilecekken, askerlerinin kargılarının ucuna Kur'an sayfaları taktırıp Hz. Ali'nin ordusunda karışıklığa sebep olduğu ve savaşın hakemliğe götürülmesini sağladığı aktarılır. Hakem meselesi daha sonuçlanmamışken, Hz. Ali bir 'harici' tarafından suikaste uğradı! Hakk'a yürümeden Hz. Muhammed'in (sav) ciğerpareleri, iki oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in yetişmeleri tamamlanmıştı. Böylece bir sonraki halife hem el almış hem de seçilmiş Hz. Hasan oldu. Muaviye onun halifeliğini de reddediyordu. Hz. Hasan İslam toplumundaki bölünmüşlüğün derinleşmemesi, yeni bir savaş olmaması için belli şartlar altında halifeliği Muaviye'ye bırakmayı kabul etmiştir. Rivayete göre bu şartlardan biri halifeliğin seçim ile devam etmesi idi ki Muaviye bunu ihlal ederek ölümünden önce halkın, oğlu yezid'e biat etmesi için rüşvet ve zor kullanma dahil gereken her şeyi yapmış. Çünkü yoksa kendinden sonra kimin seçileceği aşikardı. (Bir çok kaynağa göre) Hz. Hasan, Muaviye taraftarlarınca azmettirilen eşi elinden zehirlenerek katledilmişti. Muaviye öldüğünde bir yanda Emevi saltanatını temsil eden mirasçısı yezid, bir yanda Müslümanların sevgilisi, Hz. Muhammed'in (sav) "Ben Hüseyin'denim, Hüseyin de bendendir" dediği, onun dizinin dibinde büyüyen, Hz. Ali ile Fatıma'nın gözlerinin nuru, Cebrailin dahi üzerine titrediği son "Ehli Beyt"; Hz. Hüseyin kalmıştı. Ama artık halifelik makamı seçimle de değil, entrika, güç, çıkar savaşları ile belirlenmektedir. Hz. Muhammed (sav) öncesi kabilecilik ve batılcılık hortlamış, Şeytan yeniden güç kazanmaktaydı…

Melun yezid Hz. Hüseyin'in kendisine biat etmesi için baskı yapıyordu. Kendine bağlı valilere şartlarına boyun eğmezse Hüseyin ve yandaşlarını öldürmelerini emretmişti. Hz. Hüseyin yezid'in halifeliğini kabul ederse Emevi saltanatı meşrulaşacak, Hak batıl olacaktı. Işığın yayılması ve gelecek nesillerin İslam hakikatini tanıyabilmeleri için yapacağı şey biz nefis sahiplerine en güç gelendi; Yanmak, nefsin köleliğinden kurtuluşun en kutlu efsanelerinden birini yazmak için, Hak için, bir mazlum olarak katledilmeye razı olmak… 

Yenilginin acı zaferi! Hz. Hüseyin ve öleceklerini bile bile onun yanında saf tutan 72 yoldaşı o cehennemi Kerbela çölünde kimine göre 4-5 bin kimine göre 30 bin askerlik yezid ordusu tarafından kuşatılmışlardı. Beraberlerinde kadın ve çocuklar da vardı. Su yolları kesildi. Günlerce aç ve susuz bırakıldılar. Hz.Hüseyin son ana kadar karşı tarafın askerlerini imana, insafa davet etti, hatta savaşa tutuşana kadar bir bölüm düşman askerinin onun imamlığında namazlarını kıldıkları rivayet edilir. Ama gözünü hırs bürümüşler, Hz. Peygamber'in (sav) şefaatinden yüz çevirmiş bu nasipsiz korkaklar ordusu, şer yoluna cezbedilmişler, vazgeçmeyeceklerdi. Susuzluğa dayanamayacakları noktada güçten düşmüş, dudakları çatlamış, bağrı yanan has "Ehli Beyt" muhipleri, İslamın teslimiyet sırrına ermiş bu neferler, ölümlerini şanlı bir efsaneye dönüştürmek için birer birer şehadet meydanına indiler ve son abdestlerini kanlarıyla aldılar. Er meydanında tek kalan Hz. Hüseyin şehitlik şerbetini içmeden önce evladı, kundaktaki Ali Asgar'ı meydanda havaya kaldırmış ve susuzluktan kurumuş günahsız yavrucağa acıyıp bir yudum su vermelerini istemişti, aldığı cevap yavrusunun boğazına saplanan hain bir oktur! Hz. Hüseyin'in kanının son damlasına kadar savaştıktan sonra mecalsiz düşüp, son arzusu olan namaz esnasında, 'şemir' adlı zavallı tarafından başı gövdesinden ayrılarak şehid edildiği söylenir. Sonrası yağma, cesetlerin kurda kuşa terk edilip, geride kalan çocuk ve kadınların, şehitlerin mübarek başlarıyla beraber şehre götürülüp dolaştırılmaları ve türlü rezillik…

Bilinmeli ki burada yerim yettiğince zikretmeye çalıştığım ibretlik hadiseyi yad etmek, bundan mahzun olmak, kendine pay çıkarmak hiç bir mezhebin tekelinde değildir. Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitlerinin hallerinden bir dem alabilmeye gönülleri olan kimilerimiz muharrem ayının ilk 10-12 günü oruç tutar, fazla konuşmaz, eğlence aktivitelerinden el çeker.. Hz. Hüseyin muharremin 10.günü cuma katledilmiş. 'Aşure' olarak bilinen bu günün bazı mecralarda sadece bir kutlama olarak yansıtılması talihsizliktir. Denir ki o gün, Hz. Adem'in tövbesi kabul olmuş, Hz. Nuh'un gemisi tufandan sonra karaya erişmiş, Hz. Yunus balığın karnından kurtulmuş, Nemrud'un ateşi Hz. İbrahim'i yakmamış, Hz. İsmail doğmuş, Hz. Yusuf atıldığı kuyudan çıkarılmış, Hz. Yakub'un gözleri yeniden görmeye başlamış, Hz. Musa Kızıldeniz'i yarmış, Hz. Davut affedilmiş, Hz. Eyyüb hastalığından şifa bulmuş, Hz. İsa doğmuş, hem semaya yükselmiş… 
Tüm bunlardan ötürü Kerbela olayına kadar kutlamaya değer bulunmuş bu günde bayram etmek fakire göre sonrasında artık ancak Hz. Hüseyin'e kavuştuklarına sevinen cennet halkına revadır. 
Bilmem, belki onlar dahi bizim halimize üzülmedeler… 
Neyse ki sevdiklerimizle haşrolunacağız. 
Kusur ettiysem affola! 
Hu

Musa Dede

20 Kasım 2013 Çarşamba

Bir basit şiir

Keşke

Öp 
Öpse 
Öpseydi 
Babam beni 
Öpseydi  
Öpse   
Öp   
Keşke...    

Öp
Öpse
Öpseydi
Annem beni
Öpseydi
Öpse
Öp
Keşke... 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Epilepsi maceraları 3

Yaşadıklarım ve bir yılın ardından
Üniversite, eskiden Tarım İl Müdürlüğü'nün fidanlığı olarak kullanılan ancak son zamanlarda kaderine terk edilen araziyi bünyesine katınca, arzu edenlere günlük sıkıntılarından uzaklaşabilecekleri birer minik hobi bahçesi fırsatı sundu. Burada biz de bir yer edindik, evimize uzaklığı 6-7 km. kadar. Kadim dostum Erdal ile bahçelerimiz yan yana, biz arada yer alan 40-50 santim genişliğindeki minik yolu kullanmayarak biraz daha büyük bir bahçe elde ettik. Çevremizdeki diğer bahçelerde de hep üniversiteden, idari ve akademik kadrodaki arkadaşlarımız var, akşam saatlerinde ve hafta sonlarında herkes bahçesinde bir işle uğraşıyor, birbiriyle sohbet ediyor, etrafta minikler koşuşturuyor, oyun oynuyor, toprağı hissediyor, meyve ve sebzeyi tanıyorlar...
Biz bahçemizde diğer pek çok komşumuz gibi, sebze ekmeyi tercih ettik, ama süs bitkisi yetiştirenler de var. Bizim bahçede domates, hıyar, patlıcan, biber ağırlıklı olmak üzere başka bazı bitkilerle de uğraşıyoruz, zaman geçiriyoruz. Toprak alüvyal, verimli bir arazi. Hasat zamanı ürünleri toplamakla bazen baş edemiyoruz dense yeridir. Bu süreç doğal olarak güzün ilk zamanlarına doğru yavaşlıyor, gece serinlikleri etkili olmaya başlayınca ürünlerin yetişmesi, toplanacak boy ve olgunluğa ulaşması zaman alıyor, bizler de bahçeye daha uzun aralıklarla uğruyoruz...

İşte bahçemizin bir köşesi

Güneşli bir pazar günüydü, 4 Kasım 2012. Evde balkonda kahvaltımızı yaptık. Pazara gidip alışveriş yapmayı, bahçeden de son ürünleri toplamayı planladık. Evden çıkarken eşim önce pazara mı bahçeye mi diye sordu. Bir an düşündüm. Pazardan alacaklarımız biz bahçede oyalanırken araba iç sıcaklığı yükseleceği için olumsuz etkilenebilirdi. Bu sebeple önce bahçeye gidelim dedim, yola koyulduk. Bahçeye ulaştık. Yapacak çok iş yoktu, yetişen bir miktar domates ve patlıcan vardı, bir kaç da süs kabağı, bunları topladık. Bahçeyi sulamak için kullandığımız hortumu da topladık, ben hortumu yıkamak istedim, eşim boş ver uğraşma evde yıkarız dedi, onu da bir poşete yerleştirdik. Eşim, hortumun konduğu poşetle birlikte arabaya doğru yürümeye başladı. Ben de geri dönüp ürünleri alacaktım. Elimde, açık halde duran, otları kesmek için kullandığım büyük bağ bıçağı vardı, onu kapatıp cebime koydum. Bu sırada bir tuhaflık hissettim kendimde, birden sağ tarafımda biraz arkamda boyları en fazla 70-80 cm kadar olan iki karaltı belirdi; cüce değillerdi ancak boyları çok kısaydı. Bunlardan birisi tipik kasıntı ve çatık kaşlı haliyle Kadir İnanır'dı ve onun hemen arkasında da Türkan Şoray duruyordu, yıllar öncesinde birlikte rol aldıkları bir film sahnesinden çıkıp gelmiş gibilerdi... Bunlar burada olamazlar diye düşündüm. Başımı tekrar geri çevirdim, evet ben bahçede biberlerin arasındaydım. O sırada yatay, sağlı sollu siyah şeritler gözümün önündeki görüntüyü kapatmaya ve karartmaya başladı. En son zihnimden, bayılacağım galiba Ayla'ya sesleneyim diye geçirdiğimi hatırlıyorum...
...
Ayla elinde hortumun olduğu poşetle yola doğru yürümüş, geri dönüp baktığında biberlerin arasında yerdeymişim, bir yandan da kollarım açılıp kapanıyor, çırpınıyormuşum. İlk önce ne olduğunu kavramamış. Sonra yanıma geldiğinde şuursuz baktığımı, göz bebeklerimin geriye kaydığını, alnımın kanadığını ve ağzımdan köpükler geldiğini görmüş. Hemen koşup elli altmış metre ötede parkettiğimiz arabaya gitmiş, telefonu alıp kadim dostumuz Erdal'ı aramış, kısaca durumu anlatıp ambulansa haber vermesini ve bahçeye gelmesini söylemiş. Sonra tekrar yanıma dönmüş, bu süreçte bendeki çırpınmalar yavaşlamış, şiddeti azalmış, Ayla beni yan çevirerek başımın altına bir şeyler yerleştirmiş, yüzüme su serpmiş ve gölge yaparak beklemeye başlamış. Söylediğine göre nöbet 4-5 dakika kadar sürmüş...
...
Erdal eşi Gülay'a telaşla seslenmiş çabuk ol ambulansı ara bahçeye gelsinler Harun kriz geçirmiş, koş, biz de gidelim demiş. Gülay da hiç ummadığı için ne krizi, hangi Harun diye soruyormuş! Erdal ne denli süratle geldi ise, bir kaç dakika sonrasında bahçeye ulaşmış, ambulanstan önce gelmiş, oysa o mesafe normal zamanda 15 dakika kadar sürer. Ambulans ilk önce doğal olarak, köy yolundan ayrılarak bahçelere ulaşan sapağı bulamamış. Erdal gidip onlara yolu tarif etmiş, gelip beni almışlar sedyeye yerleştirmişler, ambulansa taşırken de telaşlarından sendelemiş ve düşeyazmışlar.
...
Hastaneye ulaştığımızda, çocuklarının ateşi yükseldiği için acil servise gelen arkadaşımız Erol bey ve eşi Mehtap hanım bizi görmüş diğerlerine haber vermiş, Erdal Çakır ve eşi Fahriye hanım, Bozüyük'ten gelmişti. Haber alanlar, dostlarım arkadaşlarım koşup gelmişlerdi. Ayla'nın ilk önce haber verdiği Erdal ve Gülay yanı başımda, başucumdaydı, onun haberdar ettiği Süheyla ve eşi Yasin de...Bir ara rektör beyin geldiğini hatırlıyorum, yanında tarih bölümünden Ömer bey ile misafiri Mümtaz'er Türköne de vardı. Çok sonradan, işe başladığımda öğrendim ki genel sekreter Rüştü bey de hemen gelmiş, hatta onunla konuşmuşum, kimin haber verdiğini falan sormuşum ama hiç mi hiç hatırlamıyorum, zaten ifadesine göre beni gördüğünde o da hayli ürkmüş, pek ümitvar görünmüyormuşum. Bu süreç içinde bir ara Ayla'ya kalp krizi mi geçirdim diye de sormuşum, bunu da hatırlamıyorum.
...
Hayal meyal ilk duyduğum; çabuk olun, gömleğini kesip çıkartalım, Harun bey bizi duyuyor musunuz? gibi telaşlı sesler oldu.
Öncesinde ne olduğunu hiç bilmiyorum. Bu seslerden sonra ne kadar zaman geçtiğini, neler olup bittiğini de tam olarak hatırlamıyorum, zihnimde sadece birbirlerinden kopuk ve kısa zaman dilimlerine ait bilgiler kalmış.
Biraz kendime gelmeye başladığımda rahatlık ve ferahlık hissettim, burnumda takılı bir hortum vardı, oksijen veriyorlardı. Kollarımda da damar yolları açılmıştı, birisine de galiba serum bağlanmıştı. Gözümü açmaya yeltendim, ancak etraf dönüyordu, düşeceğimi sandım. Sıkıca, yattığım yerin iki yanına, sedyeye tutundum, başım dönüyor diye mırıldandım, beni kimse duymadı, gözlerimi yeniden sımsıkı kapattım. Ara ara gene gözümü açtığımı hatırlıyorum. Bir müddet sonra gelenlerle konuşmaya başladım. Sonra kımıldamayın tomografinizi çekeceğiz dediklerini duydum, uğultu benzeri bir ses işittim, sonra gene kendimden geçmişim, uyudum mu, bayıldım mı hala ayırdında değilim.
Arkadaşlarımızdan Erdal Çakır, nöroloji doktoru olan komşusunu da çağırmıştı o geldi, parmağımı gözünüzle takip edin, bacağınızı kendinize çekin, kaldırın gibi çeşitli komutlar verdi. Sol bacağımı geriye doğru biraz çekebiliyor ve az da olsa kaldırabiliyordum. Ama sağ bacak bunu yapamıyordu. Sağ elimi uzattım, dizimin iç kısmından tutup bacağımı yukarı doğru çektim, doktor öyle elinizle değil dedi. Ayağımı geri uzatabildim. Bacağımı toplamayı, geriye çekerek bükmeyi tekrar denedim. Beynim komut veriyordu, fakat bacağıma hükmedemiyordum. Doktora, çekemiyorum dedim, ne demek çekemiyorum diye çıkıştı, elleriyle bacağımı eğip büktü, bazı hareketler yaptırdı, sonra ayak tabanıma muayene için kullandıkları aleti bastırarak sürdü, hissediyor musunuz dedi, evet biraz dedim.
Bu arada tomografi sonucu geldi, doktor inceledi, beynin sağ tarafındaki damarlarının birisinde anormallik varmış. Söz konusu bu anormallik doğuştan olabilirmiş, baygınlık-krizden dolayı oluşabilir ya da baygınlık-kriz bundan dolayı olabilirmiş, bunun sebebini anlamamız gerekir dedi.
Bir telaş vardı etrafta, hemen ambulansla Eskişehir'e gitmesi gerekiyor falan gibi sözler işitiyordum ama çok da üstüme alınmıyordum çünkü acil servisteydim, etrafta başka hastalar da vardı. O sırada Ayla yoktu, bana eve gidip bir şeyler alıp hemen geleceğim demiş ve yanımdan ayrılmıştı. Görevliler sık sık gelerek onu soruyorlardı ambulans bekliyor, sizi götüreceğiz dediler, o zaman etraftaki telaşın benim için olduğunu anladım. Bir süre sonra eşim geldi, evden kullanmakta olduğum ilaçlarla kıyafet falan almıştı. Beni sedye ile ambulansa taşıdılar, Eskişehir'e doğru yola çıktık, yolda gene kendimden geçmişim, ama bu da bir uyku hali mi baygınlık mı bilmiyorum.
Eskişehir'de önce Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisine götürdüler, ambulans kapısını hoş geldiniz diyerek ve gülümseyerek daha öncesinde burada görev yapmış olan ve şimdilerde üniversitemizin Sağlık Kültür ve Spor Dairesinde müdür olarak hizmet veren Battal Yılmaz bey açtı. Ailesi Eskişehir'de olduğu için hafta sonlarını genellikle o da Eskişehir'de geçiriyordu. Biz buraya ulaşıncaya kadar girişimde bulunmuş, yapılacak işlemlerin tümünü tamamlatmış, hazır etmişti. Daha sonrasında Nöroloji servisine çıkardılar. Epey kendime gelmiştim. Odada yardımla da olsa yatağa kadar yürüyebildim. Üzerimi giyindim, giyindim diyorum çünkü Bilecik'te kıyafetlerimi keserek çıkarmışlardı.
Sonrasında bir kaç gün hastanede kaldım. Çeşitli incelemeler yapıldı. Sürekli ateş, tansiyon ölçümü, bazen de günde iki üç defa kan tahlili yaptılar. Bir yandan da daha öncesinde kullanmakta olduğum hipertansiyon ilaçlarının yanı sıra antiepileptik ilaçlar vermeye başladılar. Beyin anjiyosu işlemi gerçekleştirdiler. Ayni kalp anjiyosu gibi, kasıkta yer alan bir damardan girerek beyne doğru gidiliyor, bir yandan da ekranda izliyorlar. İhtiyaç duyduklarında bir sıvı-ilaç zerkediyorlar, o sırada insan başının-beyninin içine kaynar su doldurulmuş gibi bir sıcaklık hissediyor. Bu sırada ekranda damarların rengi değişiyor ve böylece daha ayrıntılı inceleme imkânı bulunuyor. Bu işlem yapılırken ben de seyrediyordum, ama doktorlar uyardılar, siz bakmayın yönünüz değiştiği için bizim görüntüyü arzu ettiğimiz açıdan incelememize engel oluyorsunuz dediler. Bir iki gün sonra da Elektro-Ensefalografi (EEG) çekimi yapıldı. Başın pek çok yerine elektrot bağlanıyor, sonra elektrik akımı veriliyor, böylece beynin tepkisi ölçülüyor. Tüm sonuçlar alındığında beynin sağ tarafında yer alan damardaki anomalinin doğuştan olduğu sonucuna vardılar.
Osmangazi Tıp Fakültesi Hastanesinde beyin anjiyosu sonrasında...

İlk olduğu için adına nöbet denirmiş. Eğer tekrarlarsa bu defa epilepsi krizi denecekmiş. Benimle ilgilenen Nörolog hekim Doç. Dr. Atilla Özcan Özdemir ilk bir buçuk iki ayın riskli ve yeni bir nöbet-kriz gelme ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi. Bu süreçte kendimi yormayacak, yüksek yerlerde bulunmayacak pencere balkon kenarlarına yanaşmayacak, bilgisayar ve televizyondan uzak duracak, onların başında uzun zaman geçirmeyecek, zorda kalmadıkça tek başıma seyahat falan da yapmayacakmışım. Kullanacağım antiepileptik ilaçları da zamanlarını aksatmadan titizlikle içmemi ve bir iki ay araç kullanmamam gerektiğini tembihledi. 
Sonrasında taburcu edilip de eve geçtiğimde internet aracılığıyla bu konuda bilgi toplamaya konuyu anlamaya çalıştım; öğrendiğim kadarıyla benim geçirdiğim Grand Mal yahut tonik/klonik de denilen büyük kriz imiş. Bu süreçte farkettim ki ülkemizde maalesef son derece az ve birbirinden kopyalanmış yetersiz, hatta kimi yerlerde de hatalı bilgiler var. İnsanların hayatlarını düzenlemeye, alacakları tedbirlere dönük neredeyse hiç bilgi yok denilebilir. Bunları da belki daha sonra ayrı bir yazıda ele almak gerekecek.
Üzerimden silindir geçmiş gibi kendimi yorgun ve halsiz hissediyordum. Bir kaç gün de evde istirahat ettim, hem hastanede hem de evde eş-dost, öğrencilerim, neredeyse tüm idari ve akademik personel olarak görev yapan mesai arkadaşlarım, komşular, diğer dostlar, arkadaşlar ziyarete geldiler... 
Ziyarete gelen öğrencilerden bir grup

Sonrasında işe başladım. İlk günler hayli zor geçti, kullandığım antiepileptik ilaca vücut henüz yeterince uyum sağlamadığı için baş dönmesi, dengesizlik gibi sıkıntılar yaşadım. Denge problemini de tesadüfen farkettim, dekanlığın olduğu binanın zemini kare biçimli karolarla kaplı, dekanlık makam odasından çıkıp çalışma odama giden koridorda yürürken farkettim ki düz bir hat boyunca yürüyemiyorum, yalpalıyorum. Ben düz yürüdüğümü düşünüyordum, ama 15-20 metrelik koridorda bazen iki karo genişliğini aşan miktarda salınım yaparak yürüyordum. Ders verirken de tahtaya bir şeyler yazıp çizdikten sonra yeniden sınıfa doğru yönümü değiştirdiğimde, gözümdeki sınıf görüntüsü bazen bir kaç tur atıyor, başım şiddetle dönüyordu. Zaman içinde bunların tümü giderek azaldı, geçti. Şimdilik tek risk yeni bir nöbet-kriz, onu da ilaçlarla baskılıyoruz.

Ne demiş ozan Pir Sultan Abdal;
"Takdir olan gelir başa
Tevekkeltü tealAllah"

21 Ekim 2013 Pazartesi

Antik Çağda Yaşayanların Dünyası


Günümüzde, astronotlar her 90 dakikada bir Dünya'nın etrafında dönüp, gezegenimizin coğrafi yapısını ve büyüklüğünü kendi gözleriyle görebiliyor. Ancak antik Yunan ve Romalı araştırmacılar için yaşadıkları gezegenin büyüklüğünü ve şeklini tahmin etmek çok zordu. Ayrıca iki halkın bu soruna yaklaşımı da farklıydı. Felsefeye önem veren Yunanlar Dünya'yı yıldızlara bakarak ölçüyordu. Yol yapan pratik Romalılarsa kilometre taşlarıyla.

Yunan coğrafyacı Strabo "Duyularımızın ve tecrübelerimizin gösterdiği üzere yaşadığımız Dünya bir ada. Karanın sınırlarına ulaştığımız her yerde karşımıza deniz çıkıyor ve biz bu denize 'Oceanus' adını veriyoruz. Tecrübelerimizin bize öğretemediği durumlarda ise mantığımız bize yol gösteriyor." diye yazmıştı.

Strabo'nun bu sözleri, 5 Ocak'a kadar Manhattan'daki Antik Dünya Çalışmaları Enstitüsü'nde devam edecek olan "Uzayı Ölçmek ve Haritalamak: Antik Yunan ve Roma'da Coğrafi Bilgi" isimli yeni bir sergide ziyaretçilerin karşısına çıkıyor. Yunan-Roman coğrafya anlayışını bize sunan sergi, 40'tan fazla parçayı da bir araya getiriyor. Bunlar arasında sanat eserleri ve çömleklerin yanı sıra klasik metinlere dayanan haritalar da var.

Orijinal haritaların ise neredeyse hepsi yok olmuş. Sergidekiler Orta Çağ ve Rönesans döneminde, Yunan ve Romalıların tasvirlerine dayanılarak çizilmiş olanlar.

Dante'nin cehennemin dokuz katına gerçekleştirdiği seyahatten çok daha öncesine giden klasik cehennem kavramlarını araştıran Roberta Casagrande-Kim, "Coğrafya haritalardan ibaret değildir. Haritaların bilişsel bir yönü de vardır" diyor. Plato'ya göre Sokrates, dünyanın büyük olduğunu ve Cebelitarık ile Kafkas Dağları arasında hayatını sürdürenlerin "tıpkı karıncalar ve kurbağaların göl kenarlarında yaşaması gibi, deniz kenarlarında yaşadıklarını" ve diğer pek çok insanın farklı bölgelerde ikamet ettiğini yazmıştı. Yunan yaklaşımındaki ilk gelişmelerden biri, Aristo'nun M.Ö. 4'üncü yüzyılda dünyanın yuvarlak olduğunu keşfetmesiydi. Bunu, ay tutulmasına, ufuk çizgisinde gemilerin ilk olarak gövdesinin kaybolmasına ve kişinin kuzeye ve güneye giderken yıldızların yer değiştirmesine dayandırmıştı.

M.Ö. 3'üncü yüzyılda İskenderiye'de bir kütüphaneci olan Eratosthenes, geometri kullanarak Mısır'da uzak bir alanda oluşan gölgenin eş zamanlı açısı ile dünyanın büyüklüğünü ölçtü. Üstelik bu ölçüm, Dünya'nın çevresine dair son derece doğru bir ölçü verdi. Böylece, haberdar oldukları Dünya'nın (birbirine bağlı olan Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları), bilinmeyen toprakların yalnızca bir kısmı olduğunu anladılar. Yunanlar ve Romalılar, Kuzey Kutup Dairesi, kuzey ılıman kuşağı, sıcak Yengeç Dönencesi, güney ılıman kuşağı ve Güney Kutbu'nu tespit ettiler.

Sergide ilk galerinin duvarlarına, yaklaşık yedi metre uzunluğunda ve yarım metre yüksekliğinde olan, Roma haritacılığının bir zamanlar ne kadar pratik ve kusursuz olduğunu gösteren Peutinger Haritası'nın dijital bir kopyası yansıtılıyor. Harita, İngiltere'den Hindistan'a imparatorluğun yollarını, şehirlerini, limanlarını ve kalelerini gösteriyor. Çalakalem çizilmiş ağaçlar ise Almanya'daki ormanları gösteriyor. Topografya minimal, yollar alabildiğine geniş ve kentler sembolik duvarlar ve kulelerle gösteriliyor. Haritanın ilk kopyalarından biri, 17'nci yüzyılda ortaya çıktı ve yıllarca Hapsburglu bir diplomat ve harita koleksiyoncusu olan Konrad Peutinger'de kaldı. Harita Avusturya Milli Kütüphanesi'nde. Kuzey Carolina Üniversitesi'nden tarihçi Richard J. A. Talbert, muhtemelen M.S. dördüncü yüzyıldan kalma olan haritanın, imparatorun misafirlerini etkilemek amacıyla yapılmış olabileceğini söylüyor.

Antik Yunanlıların en etkili isimlerinden biri ise M.S. ikinci yüzyı lda İskenderiye Kütüphanesi'nin en öneml i araştırmacılarından biri olan Claudium Ptolemy'di. Ptolemy'nin "Geographia"sı, antik topraklar ve şehirlerle ilgili çok sayıda bilgi vermiş, ayrıca Rönesans kartograflarının dünyanın ilk modern haritaları olan ve birkaç yüzyıl boyunca kullanılan "Mappa mundi" haritalarını yapmasına yardımcı olmuştu.

Ptolemy'nin hataları bile etkiliydi. Eratosthenes'in Dünya'nın büyüklüğüyle ilgili daha isabetli olan tahminlerini kullanmak yerine daha küçük bir Dünya öngördü. Yüz yıllar sonra Ptolemy'nin tahminlerine göre Avrupa'dan batıya doğru giderek Japonya veya Çin'e gitmeye çalışan Kolomb, karşısında hiç beklemediği Amerika kıtasını bulmuştu.

Bu yüzden Yunan-Roman coğrafyasının yeniden keşfedilmesi, Batı'yı sömürgeciliği çağına teşvik etti. Ve 1492'nin ardından haritası çıkarılacak yeni dünyalar keşfedildi. Sergi notları bize, iki yüzyıl içinde "antik coğrafya bilgisinin ve harita stillerinin üstünlüğünün sona erdiğini" gösteriyor. 

Elbette yeni keşifler ve teknolojiler, Yunan-Roman coğrafyasını zaman aşımına uğrattı. Ancak bu coğrafyanın nüfuzu, dünyaya bakış şeklimizi de değiştirdi. 

JOHN NOBLE WILFORD 
13.10.2013

18 Ekim 2013 Cuma

Science Dergisi'nden özgün hali

Science 4 October 2013:
Vol. 342 no. 6154 pp. 60-65
DOI: 10.1126/science.342.6154.60
NEWS
Who's Afraid of Peer Review?
John Bohannon

A spoof paper concocted by Science reveals little or no scrutiny at many open-access journals.

On 4 July, good news arrived in the inbox of Ocorrafoo Cobange, a biologist at the Wassee Institute of Medicine in Asmara. It was the official letter of acceptance for a paper he had submitted 2 months earlier to the Journal of Natural Pharmaceuticals, describing the anticancer properties of a chemical that Cobange had extracted from a lichen.

In fact, it should have been promptly rejected. Any reviewer with more than a high-school knowledge of chemistry and the ability to understand a basic data plot should have spotted the paper's short-comings immediately. Its experiments are so hopelessly flawed that the results are meaningless.

I know because I wrote the paper. Ocorrafoo Cobange does not exist, nor does the Wassee Institute of Medicine. Over the past 10 months, I have submitted 304 versions of the wonder drug paper to open-access journals. More than half of the journals accepted the paper, failing to notice its fatal flaws. Beyond that headline result, the data from this sting operation reveal the contours of an emerging Wild West in academic publishing.

From humble and idealistic beginnings a decade ago, open-access scientific journals have mushroomed into a global industry, driven by author publication fees rather than traditional subscriptions. Most of the players are murky. The identity and location of the journals' editors, as well as the financial workings of their publishers, are often purposefully obscured. But Science's investigation casts a powerful light. Internet Protocol (IP) address traces within the raw headers of e-mails sent by journal editors betray their locations. Invoices for publication fees reveal a network of bank accounts based mostly in the developing world. And the acceptances and rejections of the paper provide the first global snapshot of peer review across the open-access scientific enterprise.

One might have expected credible peer review at the Journal of Natural Pharmaceuticals. It describes itself as "a peer reviewed journal aiming to communicate high quality research articles, short communications, and reviews in the field of natural products with desired pharmacological activities." The editors and advisory board members are pharmaceutical science professors at universities around the world.

The journal is one of more than 270 owned by Medknow, a company based in Mumbai, India, and one of the largest open-access publishers. According to Medknow's website, more than 2 million of its articles are downloaded by researchers every month. Medknow was bought for an undisclosed sum in 2011 by Wolters Kluwer, a multinational firm headquartered in the Netherlands and one of the world's leading purveyors of medical information with annual revenues of nearly $5 billion.

But the editorial team of the Journal of Natural Pharmaceuticals, headed by Editor-in-Chief Ilkay Orhan, a professor of pharmacy at Eastern Mediterranean University in Gazimagosa, Cyprus, asked the fictional Cobange for only superficial changes to the paper—different reference formats and a longer abstract—before accepting it 51 days later. The paper's scientific content was never mentioned. In an e-mail to Science, managing editor Mueen Ahmed, a professor of pharmacy at King Faisal University in Al-Hasa, Saudi Arabia, states that he will permanently shut down the journal by the end of the year. "I am really sorry for this," he says. Orhan says that for the past 2 years, he had left the journal's operation entirely to staff led by Ahmed. (Ahmed confirms this.) "I should've been more careful," Orhan says.



Tangled web. 
The location of a journal's publisher, editor, and bank account are often continents apart. Explore an interactive version of this map at http://scim.ag/OA-Sting.
CREDIT: DAVID QUINN AND DANIEL WIESMANN

Acceptance was the norm, not the exception. The paper was accepted by journals hosted by industry titans Sage and Elsevier. The paper was accepted by journals published by prestigious academic institutions such as Kobe University in Japan. It was accepted by scholarly society journals. It was even accepted by journals for which the paper's topic was utterly inappropriate, such as the Journal of Experimental & Clinical Assisted Reproduction.

The rejections tell a story of their own. Some open-access journals that have been criticized for poor quality control provided the most rigorous peer review of all. For example, the flagship journal of the Public Library of Science, PLOS ONE, was the only journal that called attention to the paper's potential ethical problems, such as its lack of documentation about the treatment of animals used to generate cells for the experiment. The journal meticulously checked with the fictional authors that this and other prerequisites of a proper scientific study were met before sending it out for review. PLOS ONErejected the paper 2 weeks later on the basis of its scientific quality.

Down the rabbit hole

The story begins in July 2012, when the Science editorial staff forwarded to me an e-mail thread from David Roos, a biologist at the University of Pennsylvania. The thread detailed the publication woes of Aline Noutcha, a biologist at the University of Port Harcourt in Nigeria. She had taken part in a research workshop run by Roos in Mali in January last year and had been trying to publish her study of Culex quinquefasciatus, a mosquito that carries West Nile virus and other pathogens.

Noutcha had submitted the paper to an open-access journal called Public Health Research. She says that she believed that publication would be free. A colleague at her university had just published a paper for free in another journal from the same publisher: Scientific & Academic Publishing Co. (SAP), whose website does not mention fees. After Noutcha's paper was accepted, she says, she was asked to pay a $150 publication fee: a 50% discount because she is based in Nigeria. Like many developing world scientists, Noutcha does not have a credit card, and international bank transfers are complicated and costly. She eventually convinced a friend in the United States to pay a fee further reduced to $90 on her behalf, and the paper was published.



Peer review reviewed. 
Few journals did substantial review that identified the paper's flaws.
CREDIT: C. SMITH/SCIENCE

Roos complained that this was part of a trend of deceptive open-access journals "parasitizing the scientific research community." Intrigued, I looked into Scientific & Academic Publishing. According to its website, "SAP serves the world's research and scholarly communities, and aims to be one of the largest publishers for professional and scholarly societies." Its list includes nearly 200 journals, and I randomly chose one for a closer look. The American Journal of Polymer Science describes itself as "a continuous forum for the dissemination of thoroughly peer-reviewed, fundamental, international research into the preparation and properties of macromolecules." Plugging the text into an Internet search engine, I quickly found that portions had been cut and pasted from the website of the Journal of Polymer Science, a respected journal published by Wiley since 1946.

I began to wonder if there really is anything American about the American Journal of Polymer Science. SAP's website claims that the journal is published out of Los Angeles. The street address appears to be no more than the intersection of two highways, and no phone numbers are listed.

I contacted some of the people listed as the journal's editors and reviewers. The few who replied said they have had little contact with SAP. Maria Raimo, a chemist at the Institute of Chemistry and Technology of Polymers in Naples, Italy, had received an e-mail invitation to be a reviewer 4 months earlier. To that point, she had received a single paper—one so poor that "I thought it was a joke," she says.

Despite her remonstrations to the then–editor-in-chief, a person of unknown affiliation called David Thomas, the journal published the paper. Raimo says she asked to be removed from the masthead. More than a year later, the paper is still online and the journal still lists Raimo as a reviewer.

After months of e-mailing the editors of SAP, I finally received a response. Someone named Charles Duke reiterated—in broken English—that SAP is an American publisher based in California. His e-mail arrived at 3 a.m., Eastern time.

To replicate Noutcha's experience, I decided to submit a paper of my own to an SAP journal. And to get the lay of this shadowy publishing landscape, I would have to replicate the experiment across the entire open-access world.

The targets

The Who's Who of credible open-access journals is the Directory of Open Access Journals (DOAJ). Created 10 years ago by Lars Bjørnshauge, a library scientist at Lund University in Sweden, the DOAJ has grown rapidly, with about 1000 titles added last year alone. Without revealing my plan, I asked DOAJ staff members how journals make it onto their list. "The title must first be suggested to us through a form on our website," explained DOAJ's Linnéa Stenson. "If a journal hasn't published enough, we contact the editor or publisher and ask them to come back to us when the title has published more content." Before listing a journal, they review it based on information provided by the publisher. On 2 October 2012, when I launched my sting, the DOAJ contained 8250 journals and abundant metadata for each one, such as the name and URL of the publisher, the year it was founded, and the topics it covers.

There is another list—one that journals fear. It is curated by Jeffrey Beall, a library scientist at the University of Colorado, Denver. His list is a single page on the Internet that names and shames what he calls "predatory" publishers. The term is a catchall for what Beall views as unprofessional practices, from undisclosed charges and poorly defined editorial hierarchy to poor English—criteria that critics say stack the deck against non-U.S. publishers.

Like Batman, Beall is mistrusted by many of those he aims to protect. "What he's doing is extremely valuable," says Paul Ginsparg, a physicist at Cornell University who founded arXiv, the preprint server that has become a key publishing platform for many areas of physics. "But he's a little bit too trigger-happy."

I asked Beall how he got into academic crime-fighting. The problem "just became too bad to ignore," he replied. The population "exploded" last year, he said. Beall counted 59 predatory open-access publishers in March 2012. That figure had doubled 3 months later, and the rate has continued to far outstrip DOAJ's growth.

To generate a comprehensive list of journals for my investigation, I filtered the DOAJ, eliminating those not published in English and those without standard open-access fees. I was left with 2054 journals associated with 438 publishers. Beall's list, which I scraped from his website on 4 October 2012, named 181 publishers. The overlap was 35 publishers, meaning that one in five of Beall's "predatory" publishers had managed to get at least one of their journals into the DOAJ.

I further whittled the list by striking off publishers lacking a general interest scientific journal or at least one biological, chemical, or medical title. The final list of targets came to 304 open-access publishers: 167 from the DOAJ, 121 from Beall's list, and 16 that were listed by both. (Links to all the publishers, papers, and correspondence are available online at http://scim.ag/OA-Sting.)

The bait

The goal was to create a credible but mundane scientific paper, one with such grave errors that a competent peer reviewer should easily identify it as flawed and unpublishable. Submitting identical papers to hundreds of journals would be asking for trouble. But the papers had to be similar enough that the outcomes between journals could be comparable. So I created a scientific version of Mad Libs.

The paper took this form: Molecule X from lichen species Y inhibits the growth of cancer cell Z. To substitute for those variables, I created a database of molecules, lichens, and cancer cell lines and wrote a computer program to generate hundreds of unique papers. Other than those differences, the scientific content of each paper is identical.

The fictitious authors are affiliated with fictitious African institutions. I generated the authors, such as Ocorrafoo M. L. Cobange, by randomly permuting African first and last names harvested from online databases, and then randomly adding middle initials. For the affiliations, such as the Wassee Institute of Medicine, I randomly combined Swahili words and African names with generic institutional words and African capital cities. My hope was that using developing world authors and institutions would arouse less suspicion if a curious editor were to find nothing about them on the Internet.

The papers describe a simple test of whether cancer cells grow more slowly in a test tube when treated with increasing concentrations of a molecule. In a second experiment, the cells were also treated with increasing doses of radiation to simulate cancer radiotherapy. The data are the same across papers, and so are the conclusions: The molecule is a powerful inhibitor of cancer cell growth, and it increases the sensitivity of cancer cells to radiotherapy.

There are numerous red flags in the papers, with the most obvious in the first data plot. The graph's caption claims that it shows a "dose-dependent" effect on cell growth—the paper's linchpin result—but the data clearly show the opposite. The molecule is tested across a staggering five orders of magnitude of concentrations, all the way down to picomolar levels. And yet, the effect on the cells is modest and identical at every concentration.

One glance at the paper's Materials & Methods section reveals the obvious explanation for this outlandish result. The molecule was dissolved in a buffer containing an unusually large amount of ethanol. The control group of cells should have been treated with the same buffer, but they were not. Thus, the molecule's observed "effect" on cell growth is nothing more than the well-known cytotoxic effect of alcohol.

The second experiment is more outrageous. The control cells were not exposed to any radiation at all. So the observed "interactive effect" is nothing more than the standard inhibition of cell growth by radiation. Indeed, it would be impossible to conclude anything from this experiment.

To ensure that the papers were both fatally flawed and credible submissions, two independent groups of molecular biologists at Harvard University volunteered to be virtual peer reviewers. Their first reaction, based on their experience reviewing papers from developing world authors, was that my native English might raise suspicions. So I translated the paper into French with Google Translate, and then translated the result back into English. After correcting the worst mistranslations, the result was a grammatically correct paper with the idiom of a non-native speaker.

The researchers also helped me fine-tune the scientific flaws so that they were both obvious and "boringly bad." For example, in early drafts, the data were so unexplainably weird that they became "interesting"—perhaps suggesting the glimmer of a scientific breakthrough. I dialed those down to the sort of common blunders that a peer reviewer should easily interdict.

The paper's final statement should chill any reviewer who reads that far. "In the next step, we will prove that molecule X is effective against cancer in animal and human. We conclude that molecule X is a promising new drug for the combined-modality treatment of cancer." If the scientific errors aren't motivation enough to reject the paper, its apparent advocacy of bypassing clinical trials certainly should be.

The sting

Between January and August of 2013, I submitted papers at a rate of about 10 per week: one paper to a single journal for each publisher. I chose journals that most closely matched the paper's subject. First choice would be a journal of pharmaceutical science or cancer biology, followed by general medicine, biology, or chemistry. In the beginning, I used several Yahoo e-mail addresses for the submission process, before eventually creating my own e-mail service domain, afra-mail.com, to automate submission.

A handful of publishers required a fee be paid up front for paper submission. I struck them off the target list. The rest use the standard open-access "gold" model: The author pays a fee if the paper is published.

If a journal rejected the paper, that was the end of the line. If a journal sent review comments that asked for changes to layout or format, I complied and resubmitted. If a review addressed any of the paper's serious scientific problems, I sent the editor a "revised" version that was superficially improved—a few more photos of lichens, fancier formatting, extra details on methodology—but without changing any of the fatal scientific flaws.

After a journal accepted a paper, I sent a standard e-mail to the editor: "Unfortunately, while revising our manuscript we discovered an embarrassing mistake. We see now that there is a serious flaw in our experiment which invalidates the conclusions." I then withdrew the paper.

The results

By the time Science went to press, 157 of the journals had accepted the paper and 98 had rejected it. Of the remaining 49 journals, 29 seem to be derelict: websites abandoned by their creators. Editors from the other 20 had e-mailed the fictitious corresponding authors stating that the paper was still under review; those, too, are excluded from this analysis. Acceptance took 40 days on average, compared to 24 days to elicit a rejection.

Of the 255 papers that underwent the entire editing process to acceptance or rejection, about 60% of the final decisions occurred with no sign of peer review. For rejections, that's good news: It means that the journal's quality control was high enough that the editor examined the paper and declined it rather than send it out for review. But for acceptances, it likely means that the paper was rubber-stamped without being read by anyone.

Of the 106 journals that discernibly performed any review, 70% ultimately accepted the paper. Most reviews focused exclusively on the paper's layout, formatting, and language. This sting did not waste the time of many legitimate peer reviewers. Only 36 of the 304 submissions generated review comments recognizing any of the paper's scientific problems. And 16 of those papers were accepted by the editors despite the damning reviews.

The results show that Beall is good at spotting publishers with poor quality control: For the publishers on his list that completed the review process, 82% accepted the paper. Of course that also means that almost one in five on his list did the right thing—at least with my submission. A bigger surprise is that for DOAJ publishers that completed the review process, 45% accepted the bogus paper. "I find it hard to believe," says Bjørnshauge, the DOAJ founder. "We have been working with the community to draft new tighter criteria for inclusion." Beall, meanwhile, notes that in the year since this sting began, "the number of predatory publishers and predatory journals has continued to escalate at a rapid pace."

A striking picture emerges from the global distribution of open-access publishers, editors, and bank accounts. Most of the publishing operations cloak their true geographic location. They create journals with names like theAmerican Journal of Medical and Dental Sciences or the European Journal of Chemistry to imitate—and in some cases, literally clone—those of Western academic publishers. But the locations revealed by IP addresses and bank invoices are continents away: Those two journals are published from Pakistan and Turkey, respectively, and both accepted the paper. The editor-in-chief of the European Journal of Chemistry, Hakan Arslan, a professor of chemistry at Mersin University in Turkey, does not see this as a failure of peer review but rather a breakdown in trust. When a paper is submitted, he writes in an e-mail, "We believe that your article is original and [all of] your supplied information is correct." The American Journal of Medical and Dental Sciences did not respond to e-mails.

About one-third of the journals targeted in this sting are based in India—overtly or as revealed by the location of editors and bank accounts—making it the world's largest base for open-access publishing; and among the India-based journals in my sample, 64 accepted the fatally flawed papers and only 15 rejected them. The United States is the next largest base, with 29 acceptances and 26 rejections. (Explore a global wiring diagram of open-access publishing at http://scim.ag/OA-Sting.)

But even when editors and bank accounts are in the developing world, the company that ultimately reaps the profits may be based in the United States or Europe. In some cases, academic publishing powerhouses sit at the top of the chain.

Journals published by Elsevier, Wolters Kluwer, and Sage all accepted my bogus paper. Wolters Kluwer Health, the division responsible for the Medknow journals, "is committed to rigorous adherence to the peer-review processes and policies that comply with the latest recommendations of the International Committee of Medical Journal Editors and the World Association of Medical Editors," a Wolters Kluwer representative states in an e-mail. "We have taken immediate action and closed down the Journal of Natural Pharmaceuticals."

In 2012, Sage was named the Independent Publishers Guild Academic and Professional Publisher of the Year. The Sage publication that accepted my bogus paper is the Journal of International Medical Research. Without asking for any changes to the paper's scientific content, the journal sent an acceptance letter and an invoice for $3100. "I take full responsibility for the fact that this spoof paper slipped through the editing process," writes Editor-in-Chief Malcolm Lader, a professor of pschopharmacology at King's College London and a fellow of the Royal Society of Psychiatrists, in an e-mail. He notes, however, that acceptance would not have guaranteed publication: "The publishers requested payment because the second phase, the technical editing, is detailed and expensive. … Papers can still be rejected at this stage if inconsistencies are not clarified to the satisfaction of the journal." Lader argues that this sting has a broader, detrimental effect as well. "An element of trust must necessarily exist in research including that carried out in disadvantaged countries," he writes. "Your activities here detract from that trust."

The Elsevier journal that accepted the paper, Drug Invention Today, is not actually owned by Elsevier, says Tom Reller, vice president for Elsevier global corporate relations: "We publish it for someone else." In an e-mail toScience, the person listed on the journal's website as editor-in-chief, Raghavendra Kulkarni, a professor of pharmacy at the BLDEA College of Pharmacy in Bijapur, India, stated that he has "not had access to [the] editorial process by Elsevier" since April, when the journal's owner "started working on [the] editorial process." "We apply a set of criteria to all journals before they are hosted on the Elsevier platform," Reller says. As a result of the sting, he says, "we will conduct another review."

The editor-in-chief of the Kobe Journal of Medical Sciences, Shun-ichi Nakamura, a professor of medicine at Kobe University in Japan, did not respond to e-mails. But his assistant, Reiko Kharbas, writes that "Upon receiving the letter of acceptance, Dr. Obalanefah withdrew the paper," referring to the standard final e-mail I sent to journals that accepted the paper. "Therefore, the letter of acceptance we have sent … has no effect whatsoever."

Other publishers are glad to have dodged the bullet. "It is a relief to know that our system is working," says Paul Peters, chief strategy officer of Hindawi, an open-access publisher in Cairo. Hindawi is an enormous operation: a 1000-strong editorial staff handling more than 25,000 articles per year from 559 journals. When Hindawi began expanding into open-access publishing in 2004, Peters admits, "we looked amateurish." But since then, he says, "publication ethics" has been their mantra. Peer reviewers at one Hindawi journal, Chemotherapy Research and Practice, rejected my paper after identifying its glaring faults. An editor recommended I try another Hindawi journal, ISRN Oncology; it, too, rejected my submission.

Coda

From the start of this sting, I have conferred with a small group of scientists who care deeply about open access. Some say that the open-access model itself is not to blame for the poor quality control revealed by Science's investigation. If I had targeted traditional, subscription-based journals, Roos told me, "I strongly suspect you would get the same result."* But open access has multiplied that underclass of journals, and the number of papers they publish. "Everyone agrees that open-access is a good thing," Roos says. "The question is how to achieve it."

The most basic obligation of a scientific journal is to perform peer review, arXiv founder Ginsparg says. He laments that a large proportion of open-access scientific publishers "clearly are not doing that." Ensuring that journals honor their obligation is a challenge that the scientific community must rise to. "Journals without quality control are destructive, especially for developing world countries where governments and universities are filling up with people with bogus scientific credentials," Ginsparg says.

As for the publisher that got Aline Noutcha to pony up a publication fee, the IP addresses in the e-mails from Scientific & Academic Publishing reveal that the operation is based in China, and the invoice they sent me asked for a direct transfer of $200 to a Hong Kong bank account.

The invoice arrived with good news: After a science-free review process, one of their journals—the International Journal of Cancer and Tumor—accepted the paper. Posing as lead author Alimo Atoa, I requested that it be withdrawn. I received a final message that reads like a surreal love letter from one fictional character to another:

Dear Alimo Atoa,We fully respect your choice and withdraw your artilce.
If you are ready to publish your paper,please let me know and i will be at your service at any time.
Sincerely yours, Grace Groovy

* Correction on 3 Oct. 2013: This sentence was clarified to better reflect Roos's view.
Aşağıdaki adreslerden yazıyı alabilirsiniz:
http://www.sciencemag.org/content/342/6154/60.full 
http://www.sciencemag.org/content/342/6154/60.full.pdf

Sahte makale, yeniden...

Gülünç bir bilim skandalı
Tevfik Fikret, “Şüphe bir nura doğru koşmaktır” demişti.
Çağımızda her şeyden şüphe etmeliyiz, başta bilimsel yazılardan. Çünkü vereceğim örnek bunu zorunlu kılıyor. Hele hele internette okuyup yazılı kaynaktan sağlamasını yapamadığınız her şeyden kuşkulanın.
Uydurma araştırmayı hazırlayan Harvard Üniversitesi’nin araştırmacılarından John Bohannon. Uydurma yazıyı basan, saygın, referans niteliği taşıyan, American Association for the Advancement of Sciences tarafından yayımlanan Science dergisinin 4 Ekim tarihli sayısı.
Olayın özü şu:
“John Bohannon bilimsel görünüşlü, iddialı, ama içi boş ve uyduruk bir yazı oluşturur. Buna göre, yosundan elde ettiği bir kimyasal madde kansere iyi gelmektedir. Bunu olmayan bir üniversitede çalışan uyduruk adlı bir araştırmacı kimliğiyle 255 hakemli dergiye yollar. 157 dergi kabul eder, 98’i reddeder. Kabul edenlerin arasında dev yayınevleri olan Sage, Elsevier ve Wolters Kluwer’in dergileri de vardır. Bir tanesi çok ilginç. Yazının yazarı Ocorrafoo Cobange’dır. Araştırmasını yürüttüğü yer de Afrika’da Wassee Tıp Enstitüsü. Tabii ikisi de uydurma. Ne böyle bir kişi var, ne de böyle bir enstitü. Yazı basılır.
Bohannon ‘Liseyi düzeyli kimya bilgisiyle bitirmiş ve şemalara az buçuk dikkatle göz atmasını bilen bir kişinin hemen yakalayacağı saçmalıkta bir yazıydı benimki’ diyor. Bohannon, Science’daki yazısının ekinde bir de harita vermiş. Yazıyı kime yollamış, kim kabul etmiş, kim reddetmiş, para hangi ülkedeki bankalara yatırılmış olgularını gösteren bir harita. Haritada Türkiye de yer alıyor.”
Peki bu hatalar nereden kaynaklanıyor?
Yanıtı aşağıda:
“Bilimsel yazıları yayımlatma sisteminde son yıllarda hızla gelişen bir tür var: Kamuya açık internet dergiciliği. Eskiden bilimsel yazılar ancak (hem de yüksek bir bedelle) özel olarak abone olunan internet sitelerinde yayımlanırdı. Bazı çevreler kamuya açık dergiciliği önermeye başladılar. Haklı olarak. Bilgi büyük paralar ödenerek ulaşılan kapalı kutularda kalmasın diye. İşte kamuya açık dergiciliğin yolunu 2002’de açan bu görüş oldu. Bu yaklaşımı Avrupa Birliği de destekledi. Ve bu yöntem patladı. Çünkü bu dergilerde bir yazının yayımlanabilmesi için yazarın dergiye para ödemesi gerekiyor. Örneğin 300 dolar.  Pazarlık yaparsanız 150 dolara düşüyorlar. Doktora yapanların, bilim dünyasında adını duyurup yer edinmek isteyenlerin başvurmak zorunda kaldıkları bir yöntem.
Ancak bilim dergilerinin eskiden beri uyguladıkları bir sistem var. Yollanan yazıları saygın ve güvenilir (olmaları gereken) bilim insanları okuyor. Bu hakemlerin aracılığıyla yazının tutarlılığı, bilimsel değeri ve katkısı ölçülüyor. Yazı, hakemlerin izninden sonra basılıyor. Kamuya açık dergiler de bu sistemi doğal olarak uygulamak zorunda kaldılar. (Ya da uygulamakta olduklarını iddia ettiler.)”
Bizde de iyi bir yazar arkadaşımız bir gazetede yazdığı yazısında kendi uydurduğu bir ismin düşüncelerini yazmıştı. Daha sonra o uydurulmuş ismin düşüncelerine atıfta bulunarak yazı yazanlar bile çıkmıştı. Bir kez de şaka olsun diye bir tanıdığımız dergiye Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı taklit ederek bir şiir göndermiş ve şiir de şairin adıyla basılmıştı.
GÜLMELİ mi üzülmeli mi? Bakış açısına bağlı bir davranış.

Doğan Hızlan’ın 18 Ekim 2013 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki yazısından alınmıştır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24936034.asp

5 Ekim 2013 Cumartesi

Armageddon

Türkiye'nin entelektüel Armageddon'u
...
Yaşamakta olduğumuz entelektüel Armageddon nedeniyle bence Türkiye, bugün global dünyada aktif biçimde bulunmayı en az hak eden bir ülke olma yoluna giriyor.
Bugün, "Devlet yönetiminden iş âlemine, medyadan kamu yönetimine her alanda bu düşük düzeyli vasatizme neden bu kadar çabuk düştük, bu durum insanlarımıza neden bu kadar kolay ve uygun geldi?" sorularına cevap verme yolunda bir fikir atacağım ortaya.
Kabul ediyorum ki anlatacağım neden tek değil, başkaları da var ama bunu da göz önüne almadan diğerlerini anlayamayacağız.
Bugün Türkiye vatandaşlarının çoğu, herhangi bir entelektüel ihtiyacını kitaplar yerine cep telefonlarından alacağını sanıyor.
Gerçi çoğu kişinin, dini metinleri okuma dışında fazla bir entelektüel ihtiyacı da olduğu şüphelidir, ama yine de insanlar biraz enformasyon sahibi olma ihtiyaçlarını cep telefonlarından sağlayacaklarını düşünüyor.
Kalabalıkların olduğu mekânlara gidin, insanların bir kitap, bir dergi okumak veya birbirleriyle konuşmak yerine ağır bir uyuşturucunun etkisindeymişler gibi sabit bir şekilde ellerindeki cep telefonlarına baktıklarını göreceksiniz.
Aynı masada oturduğu halde karşısındaki kıza cep telefonundan ulaşmaya çalışan, onunla mesajlaşan keriz bile gördüm ben.
Ellerindeki aletin bir pazarlama yöntemi olarak "akıllı" diye adlandırılmasına kanmış gözüken kalabalıklar, bu dünyada kendilerine gerekebilecek bilgilerin tümünü o aletten alabileceklerini ve bununla sosyalleşebileceklerini düşünüyorlar.
Kullandığımız aletler beynimizi değiştirebiliyor. Beyin fonksiyonları bilgi almak için hangi aracı kullandığımıza bağlı olarak değişebiliyor. Buna "bireyin plastikliği" deniyor. Kitap okunduğu dönemde "edebi beyinler" gelişiyordu.
İnternet döneminde edebi beyinlerin ölümü gerçekleşti ve beyinler okumaya değil bakmaya alışmaya başladı. En basit okuma eylemini bile unutan ve "F tipi okuma" denilen sayfayı yukarıdan aşağıya gözleriyle tarayan insanlar çoğunluğu oluşturdu.
Bu aynı zamanda kitlesel bir aptallık salgınının yaşanmasına yol açtı. Şimdi ise bakmayı cep telefonlarıyla sürdürenler, kendi beyinlerinin ölümüne son noktayı koyuyorlar. Onlar bunun farkında değil, ama bizler Türkiye'nin düştüğü vasatlık kısırdöngüsüne, artık hiçbir yaratıcı düşünce üretememesine bakarak onların kolektif durumu hakkında bir sonuca varabiliriz. Sonuç acıklı ve son derece vahim.
Entelektüel faaliyet için kullandığımız ortamın beynimizi etkilemeyeceğini düşünüyorsanız, size Nietzsche hakkında bir şey anlatacağım. Büyük ve son derece edebi metinlerin yazarı olan büyük filozof, hayatının her döneminde kendisine büyük acılar veren hastalıklarla boğuştu. Yaşlandıkça da onlarla zor baş edebilir hale geldi ve yazı bile yazamaz duruma düştü.
Arkadaşları yazmayı sürdürmesi için ona daktilonun ilk biçimi olan bir yazı makinesi hediye ettiler. Ve o güne kadar el yazısıyla yazan filozof, o makineyi kullanarak yazmayı sürdürdü. Ancak ilginç bir şey de oldu. O güne kadar son derece ağdalı ve derin içerikli uzun cümlelerle yazan Nietzsche'nin yazı biçimi değişti, kısa cümlelerle telgraf çeker gibi yazmaya başladı.
Onun beyni bile etkilenebildiyse, hiçbirimiz onun tırnağı bile olamayacağımıza göre insanımızın acınacak halini bir düşünün siz.
Bugün verdikleri eğitimler ortaokul seviyesine düşmüş olan çoğu üniversitemizde çözüm için ilk adım, gençlerin edebi metinleri okumalarını zorunlu hale getirmektir.
...
Yoksa bu entelektüel Armageddon, Türkiye'nin sonu olacak.

Serdar Turgut’un 5 Ekim 2013 tarihli Habertürk gazetesindeki köşesinden alınmıştır, url:
http://www.haberturk.com/yazarlar/serdar-turgut-2025/883314-turkiyenin-entelektuel-armageddonu

Sahte Makale

Bilim dünyasında sahte makale skandalı
Takma isim kullanan bir yazarın hazırladığı sahte bilimsel makale, dünya genelinde tam 157 dergide yayımlandı. Skandal, açık kaynaklı yayımların ne kadar iyi kontrol edildiği konusunda büyük bir tartışma başlattı.
Dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Science için muhabirlik yapan John Bohannon, hazırladığı sahte makale ile yayıncıları oyuna getirdi.
“Ocorrafoo Cobange” adını kullanarak bir makale sunan Bohannon, Eritre’nin başkenti Asmara’da Wassee Tıp Enstitüsü’nde biyolog olduğunu belirtti.
Discovery News’in haberine göre, ne adı verilen enstitü, ne de bilim insanı gerçek.
Bohannon, Science dergisinin de son sayısında yayımlanan makalesinde, kayaların üzerinde yaşayan mantar ve yosun karışımı organizmalar olarak bilinen likenler üzerindeki araştırmasından bahsetti. Bohannon, spesifik bir kanserli hücreye ev sahipliği yaptığını belirttiği bir liken türü üzerinde analizler gerçekleştirdiğini ve bilgisayar programı aracılığıyla liken molekülleri ve kanserli hücreler hakkında yüzlerce belge hazırladığını öne sürdü.
Discovery News, makaledeki açıklamalar bilimsel olarak kulağa yatkın olsa da, Bohannon’un sahte çalışmasında çok kolay tespit edilebilecek birçok hata olduğunu belirtti.
Sahte Makale İçin Titiz Çalışma:
Bohannon, sahte makaleye dayanan oyununu bir adım daha öteye götürerek, makaleyi yüzlerce dergiye teker teker yollamadan önce sürekli değiştirdi.
Yazar, neden böyle yaptığı hakkında, “Yüzlerce dergiye aynı makaleyi yollamak sadece bela aramak olur” dedi. Bohannon, çok çaba gerektirecek değişiklikleri kolaya indirgemek için, bilimsel isim ve terimleri Swahili dili ve Afrika isimleri kullanarak değiştirdi. Hatta, Afrika ülkelerinin başkentlerini bile kullandı.
Şüphe uyandırmamak için makalede önde gelen araştırma merkezlerine ve araştırmacılara değinen Bohannon, ana dilini Fransızca göstermek için makalesini Google Translate kullanarak Fransızca’ya çevirdi, ardından tekrar İngilizce’ye çevirerek kontrol etti.
Bohannon, son olarak hazırladığı makalelerin hatalarla dolu olduğunu teyit ettirmek için Harvard Üniversitesi’nden iki bağımsız moleküler biyolog grubuna başvurdu.
“Açık Kaynaklı Yayımlar Kendine Gelmeli”:
Hazırladığı makalenin değiştirilmiş versiyonlarını her hafta 10 dergiye yollayan Bohannon, tam 157 dergiden kabul aldı. Sadece 36 dergi, kendilerine gönderilen makalenin bilimsel hatalarla dolu olduğunu fark etti.
Dahası, Bohannon bazı dergilerin, adres olarak belirttikleri ülkelerde basılmadıklarını tespit etti. Amerika ve Avrupa isimli bazı dergilerin, aslında Hindistan merkezli olduğu anlaşıldı.
ABD’nin Cornell Üniversitesi’nde fizikçi olan Paul Ginsparg, açık kaynaklı bilimsel dergilerin makaleleri ciddi bir şekilde gözden geçirmediğini belirtti.
Ginsparg, “Kalite içeriği sunmayan dergiler, bilim açısından yıkıcı bir etki yapıyor. Bu etki, özellikle devlet kurumları ve üniversiteleri sahte araştırmacılarla dolan gelişmekte olan ülkeler için geçerli” dedi.

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25470327/